Sunday, December 10, 2006

Sevgi...




Sevgi düzen üretebilecek tek çözüm. Yaşam anlaşılmadan sevgi peşinden koşturmak boşuna. Yaşam bölünmez bütün. Sevgi için yaşamı anlamak zorundayım. Nedir yaşam? Yaşam kavranmadan tasarlarken oluşan sorunları çözebilir miyim? Neden sevgisizlik yaşamı altüst eder? Sağlıklı, mutlu yaşayabilir miyiz? Yaşamı, dolayısıyla tasarımı bir savaş alanı olmaktan kurtarıp, kimseyle çatışmak istemiyorum denebilir mi? Yaşamı boyunca isyan eden, bastıran, feda eden, disiplin altında kendine işkence eden insanlara tanık oluruz. Her nedense derinlerde neyin saklı olduğunu sorgulamak kimsenin ilgisini çekmez. Yaşama hakim olmanın yolları aranır, ancak arayış ne aradığını bilmeksizin sürer. Ne ararız? Ne aradığımızı biliyor muyuz? Yanıt zor. Çünkü aranan sürekli değişim içinde. Bulduğuna inanan, farkında olmaksızın yeni birşey aramaya başlamıştır bile. ‘Bulmak’ uğrunda okuldan okula, işten işe, kocadan hocaya, bir ülkeden diğerine, bir fikirden ötekine gezinir durur insan. Bulduğum hiçbir zaman aradığım tamlık hissini vermez. Düşünce arananın peşine düşer ama bulamamanın bezginliğiyle, sonunda bulduğu kanısına kapılır. Ancak bulduğu yaşayan değil, sıkıntılı geçmişin tekrarıdır. Gerçeğin kapısı; sistemler, tasarımlar, önyargıların kaynağı, yetke sorgulandığında aralanır. İş dünyası, siyaset, cinsellik, haz, korku, kıskançlık, sıkıntı hepsi yaşam. Yaşamımız, yaşamım. Sanatçılar, iş adamları, ressamlar, edebiyatçılar, tasarımcılar herkes bu savaş alanı içinde hareket eder.

Neden Papanek gerçekle ilgilenmiş? İnsanın öncelikli gereksinimi nedir diye merak etmiş. İnsan yaşamdan dolayısıyla tasarımdan ne bekler? Sorgularken neden reklam dünyasını, kitapları, siyaseti, savaşı, şiddeti, endüstriyi, medyayı, sporu, iş dünyasını, eğitimi tasarımla ilişkilendirmeye çalışmış? Neden, felsefe, ekonomi, ruhbilim, edebiyat, gazete, dergi, toplum bilim gibi kaynaklara bakma gereksinimi duymuş? Sözü edilenlerin sıkıntılı içeriği kurcalanmadan tanınmış tasarımcı olunamaz mı? 20. yüzyılın tanınmış tasarımcıları bunca karmaşık konuyu eşeleme cesareti gösterebilmişler midir? Yoksa tek kaygıları ‘para’ mı olmuş? Tasarım yaşamın bütününü mü ilgilendirir, yoksa tasarımla enine boyuna ilgilenirken yaşam kendiliğinden mi anlaşılır? Tasarım, teknoloji, sanat, tarih, edebiyat, felsefe öğrenip, sonra bu bilgileri yaşama aktarabilir miyiz? Yoksa bu, çözümsüzlük üretmekten başka işe yaramayan çaba mı sayılmalı?

Kimdir tasarımcı? Günlük yaşamına, yaşamın güzelliğine aldırış etmeyen, önüne geldiği gibi yaşayan biri mi? Güzel, çirkin, sevgi, nefret duyguları arasında salınan biri mi? Bir yanıyla güzeli doğruyu arayan, diğer yanıyla saldırgan, huysuz, hırslı, sevgisiz, acımasız biri. Tasarım kadar yaşam da önemliyse yaşamın amacı ne? Neden tasarlarız? Sadece para kazanmak dürtüsüyle mi?

Bir yanda sayısız sorunla boğuşmak zorunda kalırken, neden diğer yanım sorunsuz bir yaşam istemiyle yanıp tutuşur. Bir yanda hak ve hukuktan bahsederim, diğer yanda otuzbeş yıldır yapıştığım koltuğu genç birine terk edemem. İnanılmaz yaratıcı ilişkiler eşliğinde yeni bir kurum yaratırım, öte yandan yanımda çalışan insanların yaratıcılığını baskılayabilmek için gerekeni esirgemem. Böylesine ikiyüzlü duyguların kökeninde ne var? Derinlerde neyin saklı olduğunu bulma isteksizliği nereden kaynaklanıyor? Nedir gerçek? Belki gerçekle karşılaşmak biliçaltı bir korku. ‘Ben tasarımcıyım, ruh bilimci değil’ diye kestirip atabilir miyim?

Tasarım yaşamın önemli veya önemsiz bir ayrıntısı değil, kendisi.

Bilinenin ağır yükü insanı nereye sürüklediği kurcalanmadıkça, yaratıcı eylem gerçekleşmez. ‘Ben’ bilinenle oluşur. Anılar, kırgınlıklar, sayısız bilinen ‘ben’i oluşturur. Geçmişin birikimiyle hareket eden tepkiler, bilinenle koşullu zihin tutumudur. Kişisel ilişkilerde bilgi böler, ayrıştırır. Sayısız parçalara ayrılmış ‘ben’ kaçınılmaz olarak çatışma içinde bulur kendini. Düşünce düzen veya düzensizlik içinde saklı olan özü kavramadan, önüne tesadüfen çıkan ayrıntıları çözebilmek için çabalar. Veya bunları değiştirmek, iyileştirmek uğrunda neyle sonuçlanacağı belli olmayan çatışmaları göze alır. Ya da önüme çıkan engellerle savaşmak yerine onlardan kurtulmanın yollarını ararım. Ancak öz kavranmadığı için kaçış için çabaladıkça bağımlılık da artar. Bu nedenle sorunla karşılaşılan öğretiler, gurular, hocalar, öğrenciler yenisiyle değiştirilir. Dolayısıyla eğitimci olarak başladığım iş yaşamını, güçlü bir endüstride sürdürmek isterim. Ya da çok paralı bir işte yaşadığım sıkıntılı ilişkiler beni eğitimci olmaya yönlendirir. Oysa her yeni, yeni sorunla karşıma dikilir. ‘Ben’ ayrıca kalıcılık nedeniyle ifade etmek ister. Çevrenin ürünü olan korku, istem, arzu, umut, hoşa giden şeyler, ‘ben’i yaratır. Bütün çaba bilinçli veya bilinçsizce oluşan ‘ben’in, ürünü olduğu çevresiyle uyum içinde yaşaması için harcanır. Gerçeği ya da yaşamı kavrama arzusu, ‘ben’in kendini ölümsüzleştirme tutkusundan kaynaklanıyor olabilir. Ben ölümü kabullenmek istemez. Ölüm ne kadar geç gelirse o kadar iyidir. Bu nedenle bulunduğu sanılan; kurtarıcı, usta, hoca kalıcı veya geçici bir bulma duygusu yaratır. Çeşitli duygusal, teknolojik, ekonomik, toplumsal ahlak kuralları ölümsüzlük, kalıcılık, güvende olma kaygılarıyla yaratılmaz mı? Mutluluğu, gerçeklik tutkusu veya sağlığı nedeniyle çabalayan birey, kısır döngü içinde olduğunu fark etmez. Kısır döngünün kaynağında güvende olmak, kalıcı olmak, ölümsüzlük, kendini ifade edebilmek ve sevebilmek tutkusu yatar.

Sevginin umut ve umutsuzlukla ilişki kurar mı? Sevgi kedere yol açar mı? Sevgi toplumsal kurgunun uzantısı mıdır? Bu kurgu içindeki saygınlık sevgiye neden olabilir mi?

Sevginin olmadığı yerde ‘tamamlanmamışlık’ hissedilir. Edinme ve aidiyet çoğunlukla ‘sevgi’ olarak algılanır. Bir kişiye sahip olma veya eşyaya sahip olma istemini sadece toplumsal ilişkiler biçimlemez. Eğer dikkat ve sabırla izlenirse derinlerde saklı ‘yalnızlık’ duygusunun sahiplenme dürtüsünü canlandırdığı bulgulanabilir. Yalnızlık duygusundan kurtulabilmek için birey sayısız çareye başvurur. Sık başvurulanlar; içki, seks, spor, şiddet, siyasal ve dini örgütler, her türden sosyal etkinlikler ve birlikler sayılabilir. Ancak ne türden kaçış denenirse denensin ‘yalnızlık’ hissi sonlanmaz. Herhangi bir organizasyon, inanç veya etkinliğe sahip olma, ona kendini adama bağımlılık yaratır. Bağımlılık özgürlüğü yok etmesi nedeniyle sevgisizliğe yol açar.

‘Sevgi’ adı altında; birini sahiplenme, onu denetim altına almak, rahat, konfor, güvenlik ve süreklilik istenir. Sevgi adına her ne yapılırsa yapılsın bağımlılıktan kurtulamaz. Bağımlılık tekrar eden ilişkilere neden olduğundan mutsuzluk yaratır. Mutsuzluk ise kaçış, kurtuluş isteği doğurur. İstemin özünde tepki yatar. Kurtuluş umuduyla denenen her tepki çatışma ve düş kırıklıkları olarak tekrar eder. Çeşitli inanışlar, alışkanlıklar, herşeyi bilen yetkeye sadakat gibi sayısız kaçış yanında yaygın kaçış; kendini ifade etme çabasıdır. Kendini ifade etmek; sanat, edebiyat, bilim veya sayısız toplumsal etkinlik içinde yer alma tutkusu. Kendini ifade, öncelikle yer edinmek ister. Kendini ifade etmeye çalışmak, mevcut çevreye tepkiden öte bir şey midir? Gerçekte sanat, bilim, siyaset ikinci derecede önem taşır. Çok az insan kendini önemsemeden, ‘ben’i şişirmeden, yalnızca yaptığı işe, yarattığı yapıta dikkatini verebilir. Genellikle önce önümüze gelen fırsatın nasıl yarar sağlayacağı tartılır. Peşine düşeceğim etkinlik bana ne kazandırır? Eğer çevre size ifade fırsatı tanımak istemiyorsa, arayış artar. Yeni ifade tarzı, yeni toplumsal hizmet tutkusu, yeni tasarım fırsatları, özünde kaçış olduğu bilinmeden umutsuzca aranır.

Milyonlarca insan aynı görüntüleri izliyor, aynı satırların anlamını bulmaya çalışıyor, aynı inancı paylaşıyor, aynı kederi, korkuyu, endişeyi yaşıyor. Bilinç yaşamın zorluklarından, kederden, çatışmadan kurtulmak için tasarımı gereğinden fazla önemsiyor olmasın?

Sanatçı, tasarımcı kendi içindeki çatışmayı, huzursuzluğu, sıkıntıyı fark edip çare üretebilir mi? Önce insanım sonra tasarımcı. Tasarım yaşamın yerini alamaz. Ailem, komşularım, arkadaşlarım tasarımla tanışmadan önce vardı. Bir anlamda tasarımın yaşamın önüne zorla yerleştiriliyor olması sahte bir kurtuluş isteği nedeniyle yapılıyor olabilir. Özgürlüğün anlamı kavranmamışsa, düşünce bilgi alanı içinde yaşar. Oysa bilgi tekrarlar, sıkıcı ilişkiler ve çatışmalara neden olur. Her bilen, diğer bileni karşısında bulur. Bilinç işte bu nedenlerle sıkıntılı ilişkilerden kurtulabilmek için eğlence, seyahat, içki, meditasyon, yoga gibi yeni arayışlara başvurur.

Sevgi kirletilemez. Kirletilememezlik özgürlük ve tek başınalık gerektirir. Temiz bilinç; incinmemek, incitmemek, kendine ait yüceltmeler, hayali görüntüler yaratmamak mıdır? Güzellik, temizlik, masumiyet ve sevgi aynı şeyler. Bütünün parçaları olarak algılanma çabası bilincin kirlenmesiyle sonuçlanır. Sevgiden söz ediyorsam ölüm ve şiddetin ne olduğunu kavramış olmam gerekir. Savaşı lanetliyorum ama fırsat bulduğumda sözümle, bakışımla, davranış veya ellerimle öldürüyorum. Yine de sevgiden söz ediyorum.

Sevgiyle karşılaşılmışsa yaşam şefkate dönüşür. Herkese ve herşeye. Bilinç masumiyetle tanışmamışsa, sevgi inandırıcı olmayan anlamsız bir tekerleme olmaktan kurtulamaz. Sevgi varolmaksızın yaşamak; insan eli veya düşüncesiyle yaratılmış imgelere tapınmaya, baskıcı yolsuzluklara ve sonunda yıkıma yol açar. Tarih benzeri öykülerle tıka basa dolu. Bilgi çoğunlukla sorun gidermede çaresiz kalır. Eğer insanlık yaşanmış deneyimleri öğrenerek esenliğe ulaşsaydı, geçmişte yaşanan binlerce savaş yaşanmazdı.

Özgürlük yoksa sevebilir miyim? Tutsak bilinç sevebilir mi? Tutsaklık veya bağımlılık haz ve korku içinde yaşar. Haz ve korkunun birbirini büyüten şeyler olduğu kavrandığında, akıl dışı eylem son bulur. Yaşam şaşırtıcı bir düzen içine girer. İş ilişkisi, para, seks gibi alışkanlık haline gelmiş ilişkiler yeni anlamlar kazanır. Mutluluk duygusu geleceğe taşınamaz. Taşınırsa hazza dönüşür. Hazzın olduğu yere korku yerleşir. Gelip geçici hazlar mutluluk yaratamaz, çünkü haz korkuyla birlikte dolaşır. Haz ve korkuyu gelecek kaygısı büyütür. Gelecek kaygısı varsa sevebilir miyiz?

Yaşamın, gerçeğin, dolayısıyla tasarımın derinlerinde nelerin saklı olduğu ancak kendini bilme tutkusuyla öğrenilebilir. Her an her dakika birşeyler öğreniriz. Öğrendiklerimizi gelecekte kullanmak için bilgileri, deneyimleri depolamaya çalışırız. Ancak boşuna çaba. Çünkü yaşam durmaz. Sürekli değişim geçirir. Yaşamla birlikte bilgi ve deneyim de değişir. Bilginin biriktirilmesi zihni yormaktan öte bir yere ulaşır mı? Yorgun zihin; duyarlılığın, anlık görünün, zekanın bulanıklaşmasına neden olur. Zeka ve duyarlılık birbirini tamamlar. Duyarlılık ancak bilinenin etkisinden kurtulmuş, özgür gözlemle canlı kalabilir. Eğer görme işlemi bilinen tarafından engellenmiyorsa zeka etkindir. Zeka veya içgörü engellenmiyorsa görmek ve yapmak aynı şey haline gelir. Çevre, düzen veya gerçek kavrandığında çatışma ve sevgisizlik kendiliğinden yok olur. Görmek yapmaktır. Ancak gerçeği gören sevebilir.

Gerçek olan şu: Yalnızlıktan kaçılamaz. Herhangi bir kaçış gerçeği çarpıtır. Olanı değiştiremeyiz. Biliç olanı iyileştirebileceğini, değiştirebileceğini düşünür. Gerçeğin çarpıtılışı edinme duygusunun uzantısıdır. Bir amaca ulaşabilme çabası. Oysa hiçbir şeye sahip olmamak olağandışı bir durum. Bir kişiyi hatta bir fikri sahiplenmemek. Fiziksel olarak değil, duygusal olarak insanları, nesneleri özgürlüklerine kavuşturmak. Kişiyi, canlıyı, fikri, herhangi bir kurumsal yapıyı veya nesneyi bağımsızlaştırarak, kendimi özgürleştirmek.

Labels: , , , , , , , , ,