Monday, June 24, 2019

Hatıralar

Değerli M. R. Aktolga,

Kız kardeşinizin arkadaşının yakın tanıdığı olarak eşimle birlikte okuduk ve tartıştık 'Hatıralar'ı. Yıllar önce H. Cemal'in kıtabını okurken de aynı duygulara kapılmış ve sayısız soru sormuştum kendime.

O zaman bizi, şimdi gençleri içine çeken bu dipsiz kuyunun kaynağında ne var? Kuşkusuz bugün bunun engellenemez bir öğrenme isteği olduğunu söylemek kolay. Ancak bu masum isteğin kimseyi kırmadan, incitmeden gerçekleşmesi mümkün değil miydi? Bilme isteğinin özünde olan ne? Bir şeyi istemenin kaynağında ne var? Beni, bizi toplum mühendisleri haline getiren ne? Daha henüz yirmili yaşların başındayım, okuduğum üç-beş kitapla; isteksiz, bilgisiz, şiddet tutkunu, karmaşık yapılı bir toplumun mühendisliğini üstlenmeye çalışıyorum... Bu anlamsız istemin en uç noktasında ne var?

Hiç kuşkusuz düşünce var! Düşünce sizinde ifade ettiğiniz gibi, binlerce, önbinlerce yıl öncesinden inanç, ahlak, vatan sevgisi olarak önümüze konmuş, bizim de sorgulamadan kabullendiğimiz düşünce kalıpları. Düşünsel alışkanlıklar. Daha yolun en başında, düşüncenin ölümcül karakterini birileri anlatmış olsaydı, yaşamımız yaratıcı, daha anlamlı hale gelmiş olmaz mıydı? Anamız, babamız ve bizi eğiten kurumlar bir tür akıl tutulması mı yaşıyorlardı? Yoksa akıl tutulması yalnızca gençleri mi tutsak etmişti? Bize yazdıklarıyla birşeyler anlatmaya çalışanlar 'bilen' birileri mi, yoksa onların da beyinleri önceden kodlanmış kalıplar içinden kurtulmaya çalışan kurbanlar mıydı?

Selimiye'nin taş duvarları arasında sizin de fark ettiğiniz şey bilgi eksikliğiydi. Ama hangi bilgi? Bugün bilgi basitçe ikiye ayrılıp incelenebilir. Şimdilik bilgiyi kabaca, kendimize ait bilgi ve çevreden bilincimize akan bilgi olarak görmeye çalışalım. Ne yazık ki, kendimize ait bilgiyi önemsemedik. Sevginin ne olduğunu, kıskançlığın, korkunun, hazzın, cinselliğin düşünceyle hangi oyunlar içinde olduğunun önemini kavrayamadık. Peki şimdi gençler bu yaşamsal önemi olan soruları kendilerine sorarak mı başlıyor yaşam mücadelesine? Hiç sanmıyorum! Eğitimli, eğitimsiz, yoksul veya varlıklı hiç kimse; anne sevgisinin, vatan sevgisinin, eş ve çocuk sevgisinin ne anlama geldiğine bakmadan yaşam denen korkunç işleyişin içine dalıveriyorlar. Aynen bizim yaptığımız gibi.

Şimdi karşımıza dikilen sorular şunlar: Vatan sevgisinin ne olduğu bilinmeden, mühendislik içine dalınır mı, dalınmaz mı? Sevginin özünü kavramadan eş olarak seçilen insan yaşamıma zar atarmışcasına girmiş olmaz mı? Tesadüfler sonucu yaşamıma girmiş biriyle, nasıl olur da çocuk yetiştirme konusunda eksiksiz aynı kaygıları duyumsayabiliriz? Sevgi aynı anda aynı şeyleri hissedebilmek değil midir? Sevgi hiçbir durumda çatışmamak değil midir? Annenizin size olan inancını kaybetmeden, çatışmaksızın sizi iki kere doğrmuş olması 'sevgi' olarak adlandırılabilir mi? Yoksa çok derinlerde başka bir işleyiş mi var?

İnancın kaybolmamasından söz edilir. Sevgi bir inanç meselesi midir? "Sevgi asla ve asla şiddetle ilişki kurmaz," diyebilir miyiz? Sevgi ve düşünce arasında nasıl bir ilişki söz konusu? Kuşkusuz şiddeti düşünce yönlendirir? Şiddet düşüncedir. Sevgi düşünce midir? Kalbim işçi sınıfı sevgisiyle dolup taşıyorsa, benle aynı görüşü paylaşmayan gencecik birinin yaşamına son verebilir miyim? Kalbim vatan sevgisiyle yanıp tutuşurken, bilmeden bana zararı dokunan birinden hınç almak için onun namusunu kirletebilir miyim?

Sevgi öğretilmediği için kimi suçlayabiliriz? Annemi, babamı, öğretmenlerimi, Jöntürkleri, Marksistleri, Kemalistleri, Demirel'i, Özal', Erdoğan'ı suçlamak bana ne kazandırır? Hepsi sevgisizlik nedeniyle yüzyılardır kıvranan insanlığın temsilcileri değil midir?

Bugün yeryüzünün her köşesine sevgisizlik hakim. Afrika, Asya, Güney Amerika da insanlar açlıkla mücadele sınırında yaşıyor. Dünyanın her noktasından savaş haberleriyle güne başlıyoruz. 'Olan' bu, düzensizlik. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde düzenden, istikrar ve huzurda söz etmek mümkün olmamış. Şu an Avrupa göreceli olarak huzurlu bir çoğrafya. Ancak iki büyük ve korkunç savaşın yaşandığı yer. Tarif edilemez dini ve siyasi acılar yaşanmış bu kıtada. Belki güvenlik nedenle, mültecilerin ayak basmak için canlarını tehlikeye attıkları yer. Ortadoğu'da yaşananların anlamı ne? Demokrasi sevgisi mi? Marksist, Leninist devlet anlayışının kaynağında sevgisizlik yok muydu? İşçi sınıfını, sınıfsız bir toplum yapma inancıyla yola çıkmışken, kitleleri savaşa ikna etmenin ardında sevgisizlik yok mudur?

Görüldüğü gibi bu tür sayısız soruyu ard arda sıralayabiliriz. Bugün bizi tehdit eden iki tehlike var: Birincisi topyekün bir savaşta yok olmak ve çevre kirliliğine bağlı global ısınma. Milyarlarca canlı türü içinde "olanın" sorumlusu insan. İnsanı diğer canlılardan ayıran tek fark düşüncesi. Onbinlerce yıldır acımızın ve savaşların kaynağı düşünce. Diğer canlıların yaşamı eşsiz bir düzen içinde. Kuşkusız onların yaşamında da çatışma var. Ama yalnızca yiyecek ve cinsellik konusunda. Oysa karnını doyurabilmek ve cinselliğine çeki düzen vermek insana yeterli olmamış. İnsanlık tarihi adeta huzursuzlukların tarihi.

Huzursuzluk, acımasızlık, sevgizlik neden birkaç bilge haricinde kimsenin dikkatini çekmemiş? Sevgiden, acıdan, aşktan söz edenler neden birer sapkın olarak toplumun dışına itilmişler. Hiçbir toplum sevgiye sahip çıkmamış. Neden? Çocuklara olan sevgiyi her fırsata sergileyen anneler, kimin neyin çıkarı uğruna olduğu bilinmeyen acımasız savaşlar içine arkaları sıvazlanarak gönderilmiş. Annelerimiz de sözde sevgi içinde yollarını kaybetmiş olabilirler mi?

Sevgisizliğin kaynağını düşünce belileyebilir mi? Yoksa düşünce sevgisizliğimizin kaynağı mıdır? Bu sorular öyle sanıldığı gibi yeni sorulmaya başlanan sorular değil. Sizler gibi fizikçi olan David Bohm 60'lı yılların başında, içinde "izleyenin izlenen olduğu" yazılarla başlamış sorgulamaya. Zamanın, sevginin, düşüncenin, sonsuzluğun, teknolojik gelişmenin, insanın yalnızlığı, kıskançlık, korku ve haz gibi sayısız yaşam sorununun sorgulandığı, 200'e yakın ses ve görüntü kaydına ulaşmak artık çok kolay. Belki ilginizi çeker düşüncesiyle bu uzun yazıyı kaleme alma cesareti gösterdim. Bağışlanmak dileğiyle.

Saygılarımla,

M. A. Birgil








Labels: , , , , , , , ,

Thursday, May 09, 2019

Yaşamı anlamak.

İnsan yaşamın ne anlama geldiğini anlamadan yazması, çizmesi, herhangi bir eylem içinde uğraşıyor  olması eksiklik hissine neden olmaz mı?

Yaşam başı sonu olmayan meditasyon içinde hareket eder. Düşünce dışında her şey yaşam içinde  düzen içinde hareket eder. Yaşam bir anlamda ölmektir. Bedenin ölmesinden, yok olmasından söz etmiyoruz. Önemli olan beden en sağlıklı haldeyken düşüncenin yok olması. Yaşam ancak düşünce yaratımı her şey anlaşılıp terk edildiğinde anlaşılır. Terk etmek meditasyon yani sesizlik anlamına gelir. Sessiz kalabilen ve izleyebilen zinin yeni şeyler öğrenirken sıkılmaz. Sıkıntısızlık mutluluk demek değil midir? Korkuyorsak, endişeliysek sıkılırız. Korku anın içinde oluşmaz. Eylem olup bittikten sonra korku başlar.

Bilincin sessiz kalıp korkuyu, acıyı, endişeyi yorumsuz izleyebilmesi öğrenmenin, kendini bilmenin temelini oluşturur. Zihin başkalarının davranışını, düşüncesini yorumlama ihtiyacı duyuyorsa sesiz kalamaz. Sessiz kalamayan zihin farkında olamaz. Çünkü mukayese etmeye başlar. Batı düşüncesi ölçer, biçer ve karşılaştırarak sonuca varmaya çalışır. "Doğu düşüncesi nasıl çalışır?" diye sormak  karşılaştırmadır. Bilinç mukayese etmenin sonu olmayan bir alışkanlık olduğunu bulguladığında, sessizliğin ne anlama geldiğini kavrar. Terk etmek sessizliğe neden olur. Bilinç ölümün anlamını bulguladığında bu aynı zamanda yaşamı anlamak olur. Yaşam, ölüm ve sevgi birlikte hareket eder.

ab, 12 mart 19



Labels: , , , ,

Thursday, March 21, 2019

19 Mart

İnsan etrafını değerlendirmeden izleyebilir mi? Etrafımızdaki canlı cansız her varlığın hareketini, düşüncesi ve davranışını yorum yapmadan izleyebilir miyiz? Çünkü değerlendiren varsa bir kimlikde vardır. Aslında kimlik 'ben'dir. Her kimlik başka kimliklerin baskısı altında biçimlenir. Bu nedenle K, "Kendi kitabını okuyup anlarsan, başkasının hikayesini de anlaman kolaylaşır," der. Gerçekte hikayemiz başkalarını hikayelerinden derlenmiştir.

Değerlendirme sözcükler yardımıyla yapılır. Sözcüklerin ağır yükü altında yaşarız ama farkına varmayız. Bilincimizin içeriği, sözcüklerden, tanımlamalardan oluşur. Milyonlarca, milyarlarca sözcük yan yana getirilerek pisikolojik bir dil oluştururuz. Bilinç bu dili kullanarak mukayese eder ve en iyiyi seçmeye çalışır. Etrafımızdaki dil karmaşık hale geldikçe ve kişisel hikayeler çoğaldıkça, beynimiz sözcüklerin ve tanımların yükü altında ezilmeye başlar.

'Ben' bütünün işleyişi içindeki yerini kavradığında 'terk etme' başlar. Ben zorla terk edilemez. Ben, sayısız yanlışın birbiriyle olan ilişkisini gördüğünde kendiliğinden yok olur.

ab, ist, 19 mart 19

Labels: , , , , , ,

18 Mart

Düşüncenin alışkanlık olduğu, yeme içme gibi diğer alışkanlıkların da düşünceyle yakın ilişkide olduğu ortaya çıksa da sonlanmayabilir. K, bunu "worbal understanding" olarak adlandırır. Yani sözcüklere dayalı anlayış. Sözcüklerin baskın karakteri anlaşılıp terk etme işlemi kendiliğinden gerçekleştiğinde, bilinçte tam bir hareketsizlik oluşur. Bu hareketsizlik meditasyondur.

Meditasyon; korku, haz, kıskançlık, hırs, insana veya mala bağımlılık anlaşılmadan yapılamaz. Zaten meditasyon yapılan şey değil, içinde olunan bir bilinç halidir. Birey dünyanın en sakin yerine gidip, orada yıllarca meditasyon yapmaya çalışsada, bilinç hareketsiz kalamayabilir.

Ben sözcüklere önem verir. Zengin fakir, başarılı başarısız, akıllı akılsız, siyah beyaz, iyi kötü tanımları, bilincimizi baskı altında tutan karşıtlıklardan başka ne olabilir? Karşıtlıklar birbirlerinden hoşlanmaz. Er ya da geç çatışırlar. Çatışmadan kaçınmak için ilişki kurmaktan vaz geçmek ilk bakışta çare olarak gözükse de, yalnızlığa ve duyarsızlığa neden olur. Korku, haz, kıskançlık ve hırs ancak ilişki içinde öğrenilir. İlişki kurmak istemeyen veya kuramayan bilinç haz ve korku içinden kurtulamaz. Haz korkuyu, korku hazzı büyütür. İkisi de insanın acısının kaynağıdır. Bilinç acısından kurtulmak isterken, önüne çıkan her yeni durum kısa sürede alışkanlığa dönüşür ve hep yeni heyecan peşinde oradan oraya sürüklenip durur. Söz konusu kısır döngü sonlanmadan acı sonlanmaz.

Mutluluk bir tür yeterlilik hali değil midir? Mutluluk aramanın sonlanmasıdır. Başarı kadar, başarısızlıktan kurtulmaya çalışmak da arayış değil midir? K, arayışın sonlanmasının ancak 'seçimsiz izlem' yoluyla olabileceğinden söz eder. Seçimsiz izlem meditasyondur. Olanın anlaşılmasıyla, bilincin hareketsiz kalışı düzene neden olur. K, işte bu nedenle hareketsizliği en üst düzey zeka olarak tanımlar.

ab, ist, 18 mart 19





Labels: , , , , , , , ,

17 Mart

Derin uyku ve meditasyon aynı şey değil midir?

Büyük, erişilmez, önemli işler peşinde koşan bilinç uykusunda aramaya devam eder. Bilinç eğer yaşama teslim olmuşsa uyku da aynı işlevi kabullenir. Her ne kadar yaşam karmaşası devam etsede, yaşamın olduğu gibi kabullenilişi yavaşlamaya, sakinliğe ve huzura neden olur. Eski sıkıntılı uyku yerini daha huzurlu bir uyanışa bırakır. Söz konusu çözülmeye, düşüncenin teslimiyeti neden olur.

Düşünce yaşama anlam kazandıramaz. Düzen ancak, düşüncenin yıkıcı etkisinin kavranmasıyla sağlanır. Düşünce yok edilemez. Kuşkusuz günlük ihtiyaçların karşılanması; yeme içme, temizlik gibi durumlarda düşünce gereklidir. Ancak düşünce sıkıntı söz konusu olduğunda çözüm üretemez. Düşünce sıkıntısının kaynağını sezgilediği andan itibaren korku duymaz. Korku aramaya neden olur. Cesaret arayışı, bulamama ihtimalini, dolayısıyla sıkıntıyı davet eder. Ve sıkıntı kısa sürede korkuya dönüşür.

Haz ve çoşku farklı iki bilinç alanı değil midir? Bilinç, haz varsa mutlu olacağını düşünür. Düşünce sıkıntının yerine hazzı koymaya çalışırken, çoşku ya da mutluluk engellenmiş olur. Düşünce hazzı arar bulur. Ama düşünce mutluluğu arayıp bulamaz.

ab, ist, 17 mart 19


Labels: , , , , ,

Monday, March 18, 2019

16 Mart

Sezgi anın içindedir. Birinin doğru veya yanlış söylediğini hissetmek sezgi değil midir? Sezgi başı sonu olmayan görme halidir. Belki bir başlangıç noktası hissedilir ancak sonlanmaz. Doğru ve yanlış hissedildiğinde, daha doğrusu ikisinin düşünceden kaynaklandığı bulgulandığında sorgulama, izlem ve öğrenme yaratıcılık kazanır. Sezgi, aydınlanma, tamamlanmış olan veya gerçek -nasıl adlandırıldığının önemi yok- tektir. Sezgi tarif edilemez; hissedilir. Zeki, kurnaz, çıkarını kollayan bilinç hissedemez. Gerçek ortaya çıktığında kurnaz kollayıcının 'ben' olduğu hissedilir. Benin işleyişi anlaşılmadan sezgi tamamlanmış olmaz.

Bilinç; sezgisinin yıllar önce başladığından, ancak sözü edilen eksiksiz görebilmenin henüz gerçekleşmediğinden yakınır. Gerçeğin açığa çıkmasını engelleyen 'ben' duygusu değil midir? Ben kırk-ellibin yıl öncesi başlamış kurgusallıktır. Düşünce, ben, kurgusallık asla ve asla gerçeği göremez.

ab, ist. 16 mart 19

Labels: , , ,

Thursday, February 07, 2019

14 Şubat...


Harika, erişilir veya erişilmez fikirlerin hepsi kendi icadımız. "Sen sus! Beni dinle," diyen liderler, kurtarıcılar, guruların hepsi düşünce yaratımı. Zeki, kurnaz, işini bilir insanlar tarafından yaratılmış, bir süre kullanıldıktan sonra bir kenara itilen akıl tutulmaları. Biz az biraz özendik, destek verdik. Kurnazlıklar kurnazlıklarımız haline dönüştü. Göremedik. Başka bir gezegenden armağan edilmediler, biz yarattık hepsini.

Onlar oynadı biz seyrettik. Sonra? Suçladık. "Olmadı, yenisini bulmalı," dedik. Kandırdık. Kandırma ve kandırılma eğlenceliydi. Hiçbir zaman gerçeği merak etmedik. Yaptığımız tek şey doğru konuşanı beklemek oldu. Beklenen gerçekleşmedi. Doğruyu bulamadık. Ara sıra aramızdan doğru konuşanlar çıktı çıkmasına ama onlardan nefret ettik. Dokuz köyden kovduk ve aramızda yaşamalarına izin vermedik.

Gelinen noktayı 'başarı' olarak nitelemek saf dillilik olur. Geldiğimiz nokta: Kalabalık, çirkin, pahalı şehirler içine kendimizi hapsetmek oldu. Sayısız canlı türünü yeryüzünden sildik, yok ettik. Bir gecede olmadı bunların hepsi. Yüzyıllardır konfor için, çok kazanmak, çılgınca eğlenmek adına yaptık her şeyi. Diğer canlıları, okyanusları, ormanları bırakın, inancı, deri rengini, doğal kaynaklarını bahane ederek birbirimizi yok ettik. "Başarı" olarak nitelenen hepimizin eseri. Başarının iyi eğitim arkasına gizlenebileceğini göremedik. "Sen görmedin. Ben gördüm," denemez. Gerçekten görmüş olsaydık, en azından kendimizi kandırıyor olduğumuzu görmüş olsaydık, sevgisizlikten başka bir şey üretmeyen başarının peşine düşmezdik.

Sevmeliyiz, herhangi birini veya bir şeyi, sevgi yerine geçen hediyeleri değil, tüm acısına rağmen yaşama aşık olmalıyız. Öylesine sevmeli ki aşkımız özgürlük, mutluluk, korkusuzluk, kutsanmışlık ve güven aşılasın.

ab, şubat 19

Labels: , , , ,

Tuesday, January 01, 2019

Yeni yıl...

 
Yeni, umutla başlar. Yeni iş, yeni yıl, yeni evlilik fark etmez, hepsi umutla başlar. Yeni yıl; bebek olarak, biten yıl ise yaşlı biri olarak hayal edilir. Bebek umudu, yaşlılık sonlanmayı simgeler. Belki bu nedenle kimse yaşlılıktan söz etmek istemez. Oysa orta yaşlı biri ne yeniyi, ne de eskiyi önemser. Yaşamın yeknesaklığı içinde, kız çocuğu büyüyüp genç kız olmuş, baba ve anne artık sağlık sorunlarıyla uğraşan yaşlılar haline gelmiştir. Umut, zaman içinde sıradan hale dönüşmüş olur. Alışkanlıklar içinde yaşayan belki bu nedenle yeni yılı umutla bekler.

İnsan kendine umudun ne olduğunu sormak zorunda. Neden umutlanırız? Genç veya yaşlı biri olarak neden yeni olanın beklentisi içine girilir? Eski alışkanlıklardan sıkıldığı için mi? Gerçek olan ne? Kanıksanmış bir işin, alışkanlık haline gelmiş bir evliliğin, bir önceki yıla benzer olmasından kaygı duyulan yeni bir yılın üstesinden nasıl gelinir?

Gerçek olan; kaygılar, alışkanlıklar ve sıradan olan her şey. Umut ise henüz gerçekleşmemiş bir beklenti. O zaman karşımızda farketmemiz gereken iki durum var. Biri gerçek, diğeri düşüncenin ürünü olan beklenti. Biri gerçek, diğeri realite. O zaman düşünce uzantısı olana realite diyebilir miyiz? Gerçek olan; bizi aldatmayan, düş kırıklığına uğratmayan, kandırmayan değil midir?

Sevgi umut etmez, gerçektir. Yaşamayı seven; tüm insanlığı, tabiatı, diğer canlıları karşılıksız sever. Güneşin doğuşu, batışının olağanüstü güzelliği umut değil gerçektir. Yeni doğmuş bir bebek kadar, yaşlı birinin hikayesi de yaşamın güzelliğini yansıtır. Yeni ve eski ayrımı düşünce ürünü olarak realitedir, gerçek değildir. Gerçek ikilemler içinde yer almaz. Sevgi ikilem midir? Ya seversin ya da sevmezsin. Sevgi iki bölünmüş arasında yer almaz.

Gerçek olan; insanlığın değişememesi. Nefes kesen, umutlandıran, hayrete düşüren yenilik teknolojik alanda. Diğer yanda tekrar eden, bıktırıcı alışkanlıklar içinde çatışan davranışlar, umutsuzluk üretmekten öte bir işe yaramıyor. Macera umudu, iz bırakmadan gitme kaygısı, bildiğini ucuza satmama onuru, dikkati üzerine çekme arzusu... Söz geçiremediğimiz arzular, kıskançlık, acımasızlık: Hepsinin düşünce olduğunu kabullenmek ve vazgeçmek neden bu kadar zor?

ab, ocak 19





Labels: , , , , ,

Sunday, November 18, 2018

Design Week

Eğer dikkatle incelenecek olursa, bir kişiyi, kurumu ya da etkinliği yüceltmek veya küçümsemek aynı kaynaktan beslenir: Düşünceden. Bu nedenle ikisi aynı şeydir. Düşünce her ne yöne hareket ediyor olursa olsun, karmaşaya neden olur. Yeryüzünün bugün çılgın, vahşi, kaotik bir döneme girmiş olması, düşüncenin eseridir. Düşünce bilim ve teknoloji söz konusu olduğunda olağandışı, insanı hayrete düşüren, umutlandıran başarılara imza atar. Ancak ülkeler, şirketler, bireyler ve toplumlar arası ilişkilere bakınca, düşüncenin ne denli düzensizlik yarattığını görürüz. Görünen veya izlenen ne yüceltmedir ne de küçümseme. Şu an yaşadığımız karmaşa gerçektir. Hiç kimse çıkıp, "Siz gerçekleri çarpıtıyorsunuz," diyemez. Olan; düşüncenin teknoloji alanında harikalar yaratması yanında toplumsal, ekonomik, ekolojik alanda tam bir karmaşa içinde ve başarısız oluşudur.

Garip olan festivaller, bianeller ve tasarım haftası gibi görkemli etkinliklerde her nedense insanın, dolayısıyla tasarımcının bilmeden içine düştüğü çaresizliğin görmezden gelinmesidir.

ab, ist. kas. 18

Labels: , , , ,